1 Kasım 2010 Pazartesi

AP Yeşiller Grubu'nun İstanbul toplantısından izlenimler

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu, Genişletilmiş Büro Toplantısı’nı 1-2 Kasım 2010 tarihlerinde İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirdi. Bu çerçevede düzenlenen “Müzakerelerin beşinci yılı ve Türkiye – AB ilişkileri perspektifleri” başlıklı toplantı ise AB-Türkiye ilişkileri ve her iki tarafın yaşadığı sorunlara dairdi.

Toplantıda, Avrupa Parlementosu’ndan Yeşil milletvekilleri kürsüde, konuşma yapacak Türkiye entelijansiyasının temsilcileri kendilerine ayrılan mikrofonlu masalarda kürsünün önünde, izleyiciler ise arkadaydı. İçeride konuşulanları duymayan biri büyük bir dava görülüyor sanabilirdi. AB Yeşilleri hakim; Tükiye’den akademi, basın ve sivil toplum temsilcileri kah savcı kah avukat; suçlu ise değişen oranlarda Türkiye, Avrupa Birliği ve Avrupa Yeşilleri idi. AP Yeşiller Grubu Eş Başkanı Daniel Cohn-Bendit, Avrupa Parlamentosu –TBMM Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Helene Flautre ve AP eski Yeşiller milletvekili Joost Lagendijk kolaylaştırıcılık görevi üstlendiler. Türkiye’den akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve politikacılar kendilerine ayrılan süre içerisinde Türkiye- AB ilişkileri ekseninde kendi cephelerinden sorunlara dikkat çektiler. O kadar çok konuya değinildi ki toplantıyı izlemek zamam zaman gerçekten zorlaştı. Kıbrıs, limanlar, HES, Kürt sorunu, KCK davası, insan hakları, Ermeni sorunu, müzakereler, çevre faslı, enerji, basın ve ifade özgürlüğü, ekonomik kalkınma, AB’deki Türk Diasporası, Avrupa’da yükeselen yabancı düşmanlığı, ekonomik kriz, asker-sivil ilişkileri, AKP, CHP….Herkes eteğindeki taşları döktü. AB- Türkiye arasındaki eski heyecanın olmadığı fikri sıkça vurgulandı. Sürecin yeniden canlandırılması konusunda bir kaç cılız öneri dışında bir gelişme yoktu.

Diğer konuları bir yana bırakıp çevre ile ilgili neler ele alındı ona bakalım. Öncelikle AB Yeşilleri Türkiye’de çevre politikaları ve çevre sorunları ile ilgili derin bilgiye sahip değiller. Yaşanan tahribatın ve tehditlerin çok az bir kısmının farkındalar (Hasankeyf/Ilısu, HES gibi). Elbette Avrupa’nın 16 ülkesiden 55 milletvekilinin (Toplam 736) kendi ülkelerinin, AB’nin çevre politikaların yanında Türkiye çevre gündemine de hakim olmaları beklenemez. Ayrıca bu, Türkiye’den konuyla ilgili partnerlerinin yeterince bilgilendirme yapmamasından kaynaklanabilir. Örneğin Avrupa Yeşilleri ile 90’lardan beri işbirliği içinde olan Türkiye Yeşilleri son beş yılda Türkiye’de yaşanan çevre tahribatını bir rapor şeklinde iletebildi mi? Greenpeace, TEMA, WWF veya Doğa Derneği kendi alanlarındaki çalışmalarını AP Yeşiller grubuna gönderiyor mu? Belki temaslarda değiniliyordur ama sistematik bir bilgi alışverişi olmadığı kesin.

Biraz da AB’nin yaşadığı ekonomik krizin de etkisiyle Avrupa Yeşilleri Türkiye’deki ekonomik göstergelere hayranlıkla bakıyorlar. Türkiye’deki kalkınma-çevre çatışmasına pek girmiyorlar. Bu algıyı yaratmada hükümetin başarısı yadsınamaz. Öte yandan AB Yeşilleri’nin resmi ilişkilerde TBMM’deki partileri muhattap almasından daha doğal bir şey yok fakat Türkiye Yeşiller Partisi’ni de eşit bir partner olarak kabul edip diğer siyasi aktörlere de muhattap olarak işaret etmeleri gerekiyor.

Toplantıda çevreye değinen konuşmacıların yorumları şu şekildeydi:

Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Cengiz Aktar: Hükümet partisinin ekonomik ideolojisini ele almak lazım. Ekonomi büyüyor ama hangi maliyetle? Son 8 yılda ultra liberal bir saldırı sözkonusu ve bu hiçbir doğal, kültürel korumayı gözetmiyor. Oysa Türkiye kirletmeden kalnınan bir model yaratabilir. Avrupa devletleri kirlettiklerini temizliyorlar. 2 önerim olacak. 1) Çevre faslının pürüzsüz işletilmesi. Avrupa Parlementosu milletvekili Emine Bozkurt’un hazırladığı “Kadın” raporunun bir benzeri “Türkiye’nin Organik ve Biyoçeşitlilik Varlıkları” üzerine yazılabilir ki bu rapor çevrecilere ve ekoloji aktivistlerine çok yardımcı olacaktır. Avrupa- Türkiye ilişkilerine baktığımızda statükoyu sürdürmek daha zor. Türkiye’nin makul bir giriş tarihine ihtiyacı var. Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılına denk gelen 2003 olabilir. Çevre faslına uyumun maliyeti konusunda etli analizi yok. Ortada dolaşan rakamlar 120-130 milyar dolar civarında. Üyelik perspektifi olmayan hiçbir ülke bunu karşılamak istemez. Sosyal Politika faslında da aynı şey sözkonusu. Sanayiciler de bu maliyetin altına girmezler.

Avusturya Yeşil milletvekili Urike Lunacek: Ilusu barajına Avusturya’da karşı çıktık.

BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras: Başbakan Hasankeyf’te başka hesaplar var diyor. Bunu açıklamalı. Ilısu’da, Allianoi’de meşru talepler kriminalize ediliyor.

Türkiye Yeşiller Partisi eşsözcüsü Ümit Şahin: German Marshall Fund’ın son verilerine gore Türkiye toplumunda AB’ye verilen destek %38’e, Türkiye’nin üye olacağına duyulan inanç ise %26’ya düşmüş durumda. Almanya ve Fransa’da Türkiye’nin üye olmasına verilen destek %16. Türkiye Yeşiller Partisi, Türkiye’nin AB üyelğini en çok destekleyen partilerden biri. Toplumda tabandaki heyecan ve desteği arttırmak için somut düzenlemeler gerekebilir. Vize düzenlemesi bir samimiyet göstergesi olabilir.
Yıllardır insan hakları, sosyal haklar ve çevre konusunda AB sürecini bir kaldıraç haline getirmeye çalıştık. Ama şimdi AB’ye uyum adı altında doğa tahribatına kalkışılıyor. HES sorunu enerji politikası konusunda değil doğa koruma çerçevesinde işlenmeli. Rize İkizdere Vadisi SİT alanı ilan edildi 3 gün sonra, hazırlık sürecini izlediğimiz “Tabiatı Koruma Kanunu” Meclis’e geldi ve AB’ye uyum ve Çevre faslı içinde ele alınıyor. Buna gore 1234 SİT alanı ortadan kaldırılacak, sıfırlanıp yeni statü verilecek. Bu alanlara yalnız HES’ler değil, çimento fabrikaları, termik santraller ve altın madenleri sokulacak. SİT alanı ilan etme yetkisinin Bağımsız kurul’dan alınıp Çevre Bakanlığı’na veriliyor. Bakanlık bünyesindeki Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu’nda 14 çevre bürokratı ve 6 bağımsız isim olacak. Bunu AB’ye uyum olarak ortaya koyuyorlar. Hükümetin çevrecilere karşı hasmane bir tutumu var. Nükleer karşıtı eylemden yargılanıyoruz. Dün Taksim’deki patlamadan sonra Başbakan’ın demeci şöyle:”Amaçları Ilısu’yu engellemek, kalkınmayı engellemek”. Altan Öymen bir yazısında Yeşiller Partisi Meclis’te olmalı demişti. Seçimlere girmek için 41 ilde 150 örgüt kurmanız gerekir ve %10 baraj var. Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası değişmeli.

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu, Genişletilmiş Büro Toplantısı’nın toplantılarını Koray Doğan Urbarlı ve Efe Göktoğan Yeşil Gazete için izlediler. Ayrıntılar için http://www.yesilgazete.org/

31 Ekim 2010 Pazar

Kitap Fuarı'nda çevre peşinde


Tüyap Kitap Fuarı'na Beylikdüzü'ne taşındığından beri yolum düşmemişti. Bu sene gitmeye karar verdim ve Fuar'ın ilk günü Cumartesi sabahı erken kalkıp Taksim AKM önündeki Tüyap servislerini beklemeye başladım. Yaklaşık 150 kişilik sıra moralimi biraz moralimi bozdu. Bu arada korsan bir minübüs 1o TL'ye otobandan kitap fuarı sloganıyla piyasaya girdi. Ücretsiz serviste sıra gelir mi derken iki otobüs 11'de geldi ve herkesi aldı. 12 civarı Fuar'a girdim. Tepebaşı'ndaki salon ile karşılaştırılamayacak kadar büyük bir alana yayılmış kitap fuarı. İçeri girdiğimde önce bir turladım ve ilgilendiğim kitaplar olabileceği düşüncesiyle 5-6 yayınevi ve birkaç çevre kuruluşunun salon ve stand numaralarını katalogtan not aldım. Önceki akşamdan da İdefix'ten çevre ile ilgili en çok hangi yayınevi kitap basmış diye baktım ama akademik yayınlar (çevrebilim, çevre mühendisliği vb) dışında çevre ile özdeşleşen bir yayınevi bulamadım. Birçok yayınevi çevre/ekoloji/doğa konuları çerçevesinde kitaplar basıyor ama yayın politikasını sadece bu konulara ayırmış bir tanesine rastlamadım. Velhasıl kelam fuarda 3 saat içinde belirlediğim ziyaretleri yaptım. 10. salon sivil toplum kuruluşlarına ayrılmıştı. Türkiye'nin ilk Yavaş Şehri Seferihisar'ın standına uğradım. Güzel bir kent rehberi hazırlamışlar. Ayrıca Sakin Şehir, Yavaş Yemekler, Tarih ve Yavaş Yollar broşürlerini bir arada toplamışlar. Derelerin Kardeşliği Platformu'nun da broşürlerini aldım. Vadilerinin HES'ler ile değil ekolojik turizm ve organik tarım ile kalkınacağını savunuyorlar. HES'lere karşı bir imza verip devam ettim. TEMA standında güzel bez torbalar gördüm. Onlar da yayınlarını sergiliyordu. Eski basım kitaplarının birkaçını Kadıköy Alkım'dan almıştım. Çocukların ve gençlerin çevreyle ilişkisini merak ettiğimden Yavru TEMA'nın Çekirdek dergisini aldım. Son olarak S.O.S Çevre Gönüllüleri Platformu'na gittim ve kurucusu Türksen Başer Kafaoğlu ile tanıştım. S.O.S Yayınları'ndan daha önce haberdar olmadığım gibi çıkardıkları kitapları da bilmiyordum. Kafaoğlu'nun yayına hazırladığı "Küreselleşme , Tarıma Etkileri ve Alternatifler" ile Çevre Ekonomisi ve Politikası 98" kitaplarını aldım.Sağolsun Kafaoğlu benim için kitaplarını imzaladı. Bu arada yine SOS'ten Prof. Şeminur Topal'ın "Tarım, Gıda, Ekosistem Boyutuyla Biyoçeşitlilik: Toplumsal ve Yasal Yankılarını kitabını da yeni gördüm. Topal'ın ilk kitabının Yeni İnsan Yayınevi'nden çıkan "Değiştirilen Gen mi Sen mi Evren mi?" olduğunu sanıyordum.

Geçtiğimiz haftalarda 1951 yılına ait 11 adet Yeşil Türkiye gazetesini aldığımdan beri çevre temalı eski yayınlara merak saldım. Türkiye'de çevre tarihinin yazılması gerektiğini düşünüyorum ama bu konularda çalışan/çalışacak tarihçiler var mı bilmiyorum. Fuarda sahaflara ayrılan bir salon vardı. Ggözüme bir şey çarpar mı diye şöyle bir turladım ama bir şey çıkmadı. Tekrar ana salonlara döndüm. Yağmurun Kırk İşareti ve Sürü romanlarıyla duymuş olabileceğiniz Resif Kitap standına uğradım ve Anıl Bilge ile fuardan, kitaplardan ve ziyaretçilerden konuştuk ayaküstü. Melek Göregenli'nin yazdığı ve Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan Ekim ayında basılan Çevre Psikolojisi' ni alacaktım ama tercihimi Fuar dışında bulamayacağım yayınlardan yana kullandım. Tarih Vakfı tarafından 1992-2008 arası yayınlanan İstanbul Dergisi'nin "Su", "İstanbul'a sivil sahip çıkış" ve "İstanbul'un Yeşili-Mavisi" dosya konularını içeren eski sayılarını aldım. Çocuklara yönelik kitaplar basan yayınevlerinin standlarına uğramak istedim. Son dönemde çevre ile ilgili kitaplar bastıklarını izliyordum, listeme de Günışığı Kitaplığı'nı almıştım fakat o hengamede kitapları incelemek mümkün olmadı. Çocuklar aannelerini ve babalarını sürükleyerek bu standlara yönlendiriyorlardı. Yayınevleri çalışanları da hangi kitabın kaçıncı sınıfa uygun düşeceğini anlatmakta meşgullerdi. Saat 3'e doğru çıktım ve yine servis ile Taksim'e döndüm.

28 Ekim 2010 Perşembe

ZEYTİNBURNU ORGANİK HALK PAZARI AÇILIYOR

Zeytinburnu Organik Halk Pazarı, 30 Ekim cumartesi günü açılıyor. Zeytinburnu Belediyesi, Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği ve Ekolojik Üreticiler Derneği'nin işbirliğiyle organize edilen pazar İstanbulluların sağlıklı ve güvenilir gıda ihtiyacını karşılamak için önemli bir adım olacak.

2006 yılında İstanbul da açılan ilk organik pazardan bu yana 3.5 yıl süren organik pazar yetersizliği özellikle 2010 yılında hız kazanan çalışmalarla kısa süre içinde 6 pazarın açılmasıyla giderilmeye çalışıldı. Bu gelişme bir yanıyla yıllardır pazarlama sorunu çeken üreticiler açısından yeni bir umut olurken, diğer yandan organik gıda tüketen vatandaşlarımızın talep ettikleri ürünlere daha kolay erişim sağlamasını beraberinde getirdi. Vatandaşların yaşadıkları semte çok daha yakın organik pazarlara kavuşması sayesinde ulaşım için daha az yakıt tüketilmiş, daha az masraf edilmiş, daha az zaman harcanmış, ekolojik ayak izleri küçülmüş ve doğanın korunmasına bu yönden de katkı sağlanmış oldu.

İstanbulda açılacak olan 7. organik halk pazarı olan Zeytinburnu Organik Halk Pazarı'nın açılmasıyla birlikte, sınırsız ve rahat park yeri olanağı ve çeşitli toplu taşıma seçenekleri ile ulaşımın kolay oluşu sayesinde pazara gelen ziyaretçilerimiz için daha rahat ve sorunsuz alışveriş olanağı sağlanacaktır. Sağlıklı beslenmek kadar daha az tüketerek ekolojik ayak izlerini azaltmak isteyen tüm vatandaşlarımıza kendilerine en yakın olan organik pazarı tercih etmelerini öneriyoruz.

Derneğimizin İstanbul'da organize ettiği 3. organik halk pazarı olan Zeytinburnu Organik Halk Pazarı'nın açılışıyla birlikte Kadıköy ve Maltepe organik halk pazarlarının yanına Avrupa yakasındaki tüketicilerin kolay erişebileceği bir pazar daha eklenmiş oluyor. 30 Ekim cumartesi günü, ülkenin Ege, Akdeniz, Marmara, İç Anadolu, Karadeniz gibi çok farklı yörelerinden gelen gerçek tadlarla buluşacaksınız.

Ekolojik Üreticiler Derneği; bu etkinliğinde çevre, ekoloji ve doğal yaşam konularında duyarlılığın artırılması için çeşitli çalışmalar yapan başka bir sivil toplum örgütü olan Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği ile paydaş oluyor.


Ayrıca Zeytinburnu Organik Halk Pazarı'nın kurulduğu bölgeye yakın birçok tarihi eser ve kültürel etkinlik alanı bulunuyor. Tıbbi Bitkiler Bahçesi, Mevlevihane, külliyeler, Panaroma Tarih Müzesi ve tarihi Türk evleri gibi merkezlerle adeta kültür vahası olan bölge size anlamlı ve hoş bir hafta sonu geçirme olanağı da sağlayacaktır. Alışverişinizin yanısıra bir kültür gezisi yapma seçeneğini de değerlendirmenizi öneriyor, 30 Ekim cumartesi günü saat 11.00'de yapılacak olan açılışımıza tüm vatandaşlarımızı davet ediyoruz.

Ekolojik Üreticiler Derneği

Zeytinburnu Organik Halk Pazarı
Yer: Merkezefendi Camii yanı
Tarih: 30 Ekim Cumartesi, Saat: 11.00

(Kroki ve yol tarifi için: www.ekolojikureticiler.org)

19 Ekim 2010 Salı

Türkiye'de Enerji Verimliliğinin durumu ve Yerel Yönetimlerin Rolü

Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği'nin düzenlediği,“Türkiye’de Enerji Verimliliğinin Durumu ve Yerel Yönetimlerin Rolü” başlıklı raporunun sunulduğu toplantı 9 Ekim 2010 günü İstanbul Beyoğlu'nda gerçekleştirildi.

Yeşilgüç Enerji ve Çevre Danışmanlığı şirketinden Tülin Keskin ve Marmara Belediyeler Birliği danışmanı Halil Ünlü tarafından hazırlanan rapor, Heinrich Böll, Avrupa Birliği Politikaları Enstitüsü,Center for Monitoring and Evaluation (Sırbistan), Center for Ecology and Energy (Bosna Hersek) ve Center for Progressive Technologies (Çek Cumhuriyeti) ile ortaklaşa yürütülen "STK'ların ve Belediyelerin Enerji Verimliliği Kapasitelerini ve Networklerini Güçlendirmek” başlığı adı altında Avrupa Komisyonu tarafından desteklenen 2 yıllık projenin ilk çıktısı olarak sunuldu.

Açılış konuşmasını yapan Heinrich Böll'den Ulrike Dufner, dört ülkede yürütülen bu projenin amacının enerji verimliğiliğini karar vericiler ve kanaat önderleriyle tartışmak olduğunu söyledi ve enerji verimliliğine ilişkin uygulamalarda belediyelerin ve sivil toplum kuruluşlarının başlıca paydaşlar olduğunu vurguladı. Toplantının moderatörlüğünü üstlenen Yeşiller Partisi eş sözcüsü Ümit Şahin Türkiye'de, enerji verimliliği gibi alanlarda Türkiye'nin durumunun genelde yurtdışındaki projeksiyonlardan elde edildiğini; bu raporun Türkiye'ye özgü veri ve altyapı oluşturması açısından bir örnek teşkil ettiğini söyledi.

Raporun "Türkiye'de Enerji Verimliliği" bölümünü yazan Tülin Keskin sunumunda geniş bir perspektiften Türkiye'nin enerji dengesini ve enerji verimliliğini değerlendirdi. Türkiye'nin birincil enerji tüketimi %100'den fazla artığını ve bu artış ile OECD ülkelerinde ilk sırada olduğunu belirten Keskin, 2008 yılında 106 milyon TEP olan birincil enerji tüketiminin 2009'da eknomik kriz ile birlikte 99.5 milyon TEP'e düştüğünü ve enerji ithalatının 20 milyar azaldığını ekledi.
Keskin’in sunumundan bazı önemli veriler ve saptamalar:
2008 yılında ülkede enerji talebinin %92’si fosil yakıtlardan (%32 doğalgaz, % 30 petrol, %30 kömür) oluştu.
Türkiye’de enerji talebi artıyor ama enerji üretimi görece sabit kalıyor. Türkiye % 73 oranında ithal enerjiye bağımlı.
2008 yılında yerel enerji üretiminin %57 kömür iken rüzgarda %1,5 seviyesine yeni ulaşıldı. Hidroliğin payı ise % 17.
Türkiye’de 170 kin konut jeotermal enerji ile çalışıyor ve 5 milyon kişiye ulaşabilecek potansiyel var
Türkiye’de 13 milyon güneş kollektörü var ama sadece sıcak su için kullanılıyor.
2007 toplam nihai enerji tüketiminin %39’u sanayiden, %36’sı konuttan, %20’si ise ulaşımdan kaynaklanıyor. Ekonomik kriz halkın enerji tüketimini vurmadı, sanayiyi vurdu. Konutlarda enerji tüketimi arttı.
Enerji Verimliliği Kanunu 2007’de çıktı. Eğitim-bilinçlendirme faaliyetleri başladı. Kobilere ve endüstriyel kuruluşlar için sınırlı hibe programları mevcut
Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü’nün “Enerji Verimliliği, Statüsü ve Gelecek Planlaması” dökümanında endüstride %15, inşaat sektöründe % 35 ve ulaşım sektöründe % 15 asgari enerji tasarrufu potansiyeli belirtilmiş. Tülin Keskin bu rakamaların alt eşikler olduğunu ve daha üzerine çıkabileceğini vurguladı (Konutta %50-60 oranında)
Enerji Verimliliği aynı zamanda bir istihdam alanı. 8 milyon binanın 2017’ye kadar enerji kimlik belgesi alması iş alanı yaratacak.
Türkiye için enerji tasarrufu önerileri
Enerji politikalarındaki arz yanlı bakış değişmeli
Karbon emisyonu azaltım senaryosu, enerji verimliliği ile ilişkilendirilmeli
Enerji verimliliği hedefleri ve stratejileri belirlenmeli
Enerji verimliliğinin teşvik edilmesi
Belediyeler enerji verimliliği politikalarında aktif rol olmalı.


Marmara Belediyeler Birliği danışmanı Halil Ünlü raporda yazdığı “Enerji Verimliliği ve Yerel Yönetimler” başlıklı bölümü sundu. Ünlü, dünya nüfusunun yarısının kentlerde ve 2010 kent nüfusunun %75’inin ise düşük ve orta gelirli ülkelerde yaşadığını belirterek konuşmasına başladı.
Ünlü’nün sunumundan bazı önemli veriler ve saptamalar:
Uluslarararsı Enerji Ajansı'nın verilerine göre dünya enerji tüketiminin %60 ile 80'i kentlerde gerçekleşiyor.
Türkiye’de 2008’de nüfusun %75 kentlerde belediye sınırları içinde. Bu da 53, 6 milyon kişiye denk geliyor.17.9 milyon kişi de kırsal kesimde yaşıyor.
Karbon emisyonlarının %80’i, fosil yakıtlardan geliyor.
Kentlerde binalar (sanayi tesisleri, işyeleri, konutlar) seragaza etkisi yapan en önemli kaynağıdır.
Sürdürülebilir kentler 3-E kuralı vardır: Ekoloji, Ekonomi, Eşitlik
Eko kent: kısa mesafelerin kenti olarak da bilinir. Ulaşımda öncelik sırası şöyledir: Yaya, bisiklet, topluma taşıma ve motorlu araçlar

Kent yönetiminde belediyelerin enerji verimliliğinde üstlenebileceği roller nelerdir?
Enerji verimliliğinde başarıda temel odaklar kentler olmalı
Belediyeler kentsel hizmetlerin sunucusudurlar. Planlama, imar, ruhsatlandırma, altyapı konut, ulaşım gibi
Belediye kentin enerji envanterine göre planlama yapmalı, şeffaf olmalı.
Tüzel kişiliği ve bütçesi olan belediyeler tüketim ihtiyaçlarında yeşil alım yapabilir, konut projelerinde enenrji verimliliği dikkate alabilir.
Örneğin TOKİ, ihale ettiği yapım ve onarım işlerinde enerji verimliliği şartı koyabilir.
TOKİ kendi bina ve tesislerinde enerji verimliliğini sağlayabilir.
Ulaşım araçlarında temiz enerji kullanılabilir.
Suyun tasarruflu kullanımını sağlanabilir..
Yaya ve bisiklet yolları ve toplu taşıma olanakları arttırılabilir.Enerji Verimliliği konusunda halkı bilinçlendiri etkinlikler ve eğitici faaliyetler organize edilebilir.
İstanbul da 10 bin kamu binası var, bunların 1000’i belediyeye ait. Bunlara yönelik bir enerji verimliliği programı geliştirebilir.
Kentlerin toplam enerji tüketimi ve tasarruf potansiyelleri, yenilenebilir enerji potansiyeli belirlenmeli
Yerel bazda uygulanabilir enerji verimliliği politikaları, yenilenebilir enerji programlarıyla uyumlu hale getirilmeli

Kaynak:
Türkiye’de Enerji Verimliliğim Durumu ve Yerel Yönetimlerin Rolü (2010) M. Tülin Keskin & Halil Ünlü, Heinrich Böll Stiftung Derneği Tükiye Temsilciliği








18 Ekim 2010 Pazartesi

Moda Sahili'ne Hançer

Dev “Corner Otel”e Hayır Platformu, Moda sahilinde hızla yükselen Corner Otel özelinde İstanbul’da hızla devam eden İmar Rantları’na karşı 23 Ekim 2010 Cumartesi günü Kadıköy İskele Meydanı, Atatürk Anıtı önünde bir basın açıklaması yapacak. Tüm Kadıköylüler ve İstanbullular davetli.
Saygılarımızla,
Kerem ATEŞ
Platform Basın Sözcüsü

8 Ekim 2010 Cuma

Çevrecinin Paradoksu

Neden çevresel sıkıntılarımız daimi olarak artarken, insan refahı dünya çapında iyileşiyor?

Yazı: Leo Hickman
Çeviren: Deniz Aytekin
3 Eylül 2010 Guardian


Son günlerde –özellikle buralarda– petrol ve su rezervlerinin tükenmesi, ormanların yok oluşu, kaynakların tükenmesi ve bu gibi sorunlardan yakınan birçok konuşmacıya şahit olsak da bu kişilere sunulan hazır cevaplardan biri de yaygın olarak bilinen adıyla ‘Çevrecinin Paradoksu’.

Tartışma şöyle: ‘Neden kaynakların tükenmesine ve ekosistemlerin düşüşe geçmesine rağmen insanlığın refahı dünya çapında yükselişte?’

Rasyonel İyimser isimli kitabın yazarı Matt Ridley gibi insanlar, çevrecilerin insanlığın içinde bulunduğu durum hakkında gereğinden fazla karamsar olduklarını savunuyorlar. Sonuçta biz becerikli, uyum sağlayabilen, oldukça zeki bir türüz ve şu an önümüze sunulan endişelerin üstesinden gelmenin de ötesine geçebiliriz (tabii kendimizi serbest pazar baskısından kurtarabilirsek).

Bu görüşün tam karşısında ise Çöküş adlı kitabın yazarı Jared Diamon gibi düşünenler var. Onlara göre önceden var olmuş ve aşırı kaynak tüketimi nedeniyle doğal kaynaklarını tüketip tarih sahnesinden silinen geçmiş uygarlıklardan ders almalıyız.

BioScience dergisinin son sayısında bu paradoksu inceleyen muhteşem bir makale bulunuyor (Scientific American): Çevrecinin Paradoksunu Çözmek. McGill Üniversitesi’nden Ciara Raudsepp Hearne’in başını çektiği bir bilim adamı ekibi tarafından kaleme alınan yazı; paradoksun altında yatan, çakışan mevzuları ayrıntılı bir biçimde inceliyor. Makalenin editoryal girişi içinde bulunulan durumu gözler önüne seriyor:

Milenyum Ekosistem Değerlendirmesi’nin de dahil olduğu çalışmalar, ekosistemlerin birçok ekosistem işlevi üretme kapasitelerinin düştüğü sonucuna vardı. Ekosistem işlevlerinin düşmesinin insanlar için daha düşük refah anlamına gelmesi bekleniyordu. Fakat okur yazarlık, yaşam beklentileri ve gelir gibi birçok ölçümde kullanılan metrik değerlendirme İnsan Gelişim Dizini (Human Development Index) 1970’lerin ortalarından bu yana hem zengin hem de fakir ülkelerde belirgin bir artışa işaret ediyor. Dizin, farklı uygunluk ölçekleriyle de güçlü bir biçimde uyumlu. Bazı kişisel güvenlik ölçekleri yükselen trende karşı düşse de refahtaki genel iyileşme reddedilemez gibi görünüyor. Bu paradoks ekosistemin bize sundukları hakkındaki endişelerimizi abarttığımız anlamına mı geliyor?

Yazarlar ardından çevrecinin paradoksunu açıklamaya yarımcı olabilecek dört hipotez sunuyorlar. Bu hipotezler özetle şöyle:

İnsan refahının tehlikeli boyutları yeterli şekilde ele alınmamıştır ve insan refahı seviyesi aslen düşüştedir. İnsan refahının yükselişte olduğunu gösteren ölçümler yanlış ya da eksiktir.
Gıda üretimi gibi işlevler; sağlanan ekosistem işlevlerinin en belirgin olanlarıdır; bu yüzden kişi başına düşen gıda miktarı arttığında diğer alanlarda düşüş olmasına rağmen insan refahı da artıyor gibi görülecektir.
Teknoloji ve sosyal gelişim; insan refahı artık ekosistem işlevlerine daha az bağlı hale getirmiş, insan refahını ekosistemlerin var olan durumundan ayrıştırmıştır.
Ekosistem işlevlerinin düşüşü ile insan refahının bundan etkilenmesi arasında zamansal bir boşluk bulunmaktadır. Bu yüzden günümüzde gerçekleşen düşüşlerin etkilerinin insan refahı üzerindeki etkisi henüz ölçülebilir boyuta gelmemiştir.

Yazarlar, insan refahının ortalamada yükselişte olduğunu gösteren çok fazla kanıt olduğunu söyleyerek ilk hipotezi eliyorlar. Tahmin edilebileceği gibi yazarlar ikinci hipotezi destekliyorlar. Üçüncüde, var olan kanıtların ‘ayrıştırma’ hipotezini destekleyecek kadar güçlü olmadığına karar veriyorlar.

Ama belki de –en azından benim için– en çekici hipotez dördüncü. Çevrecinin paradoksu tükenebilir kaynaklarımızı azaltmamızla insanlığın bu durumdan olumsuz etkilenmesi arasındaki zamansal boşlukla açıklanabilir mi? Eğer açıklanabilirse, bu boşluk ne kadar bir zaman dilimine karşı geliyor? Düşüşe geçmemiz –zamanı geldiğinde ya da gelirse– hızlı mı yavaş mı olacak? Bu soruların cevapları tüm dünyada Diamond’ların mı yoksa Ridley’lerin mi haklı olduğunu şüphesiz ortaya çıkartacak.

Bu zamansal boşluk aklıma geldiğinde Wallace ve Gromit’in maceralarını anlatan Oscar ödüllü çizgi film The Wrong Trousers’dan bir sahneyi düşünmeden edemiyorum. Wallace’ın kurnaz köpeği Gromit, takip etmekte olduğu elmas hırsızı pengueni yakalayabilmek için, içinde bulunduğu trenin önüne olabildiğinde hızlı bir şekilde ray döşer. Bunu bir metafor olarak kullanacak olursak, insanlar raydan çıkmadan yeterince hızlı bir şekilde, önlerine ray döşeyebilirler mi? Düşüşümüzü, sonumuzu durmadan erteleyebilir miyiz? Makalenin yazarları bunu yapabilme şansımızın globalleşme arttıkça azaldığını söylüyor gibiler:

Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaklaşan düşüş için giderek artan kanıtlar bulunuyor fakat belirli bir sisteme –ya da işleve–özgü düşüşlerin kendi arlarındaki etkileşimde bulunarak küresel insan refahına yapacakları etki konusunda bilgimiz daha sınırlı. Yerel ya da bölgesel düşüşler; zorunlu göç ve kaynak yarışı gibi ile ilgili kademeli problemler yaratarak küresel insan refahına etkide bulunabilir. Ya da pazar güçleri ve ticari kurallar kaynak marketlerinde hızlı destabilazyona sebep olarak 2008’deki gibi, şaşırtıcı bir şekilde dünyayı saran birden fazla gıda, petrol ve ekonomi krizine yol açabilir. 2008’de yaşanan küresel ekonomik kriz, küresel ekonominin kendi içinde ne kadar bağlantılı olduğunu ve küresel sistemlerin beklenmedik ve absürt şekilde çökme kapasitelerini de gözler önüne sermişti.

Yüksek derecede uyum sağlama kabiliyetine sahip toplumlar geçmişte başka bölgelerden ekosistemler aktararak, bazı bölgelerde ekosistem işlevlerinin stoklarını genişleterek, olumsuz etkileri başka bölgelere aktararak ve ekosistem işlevlerini daha verimli biçimde kullanarak çevresel bozulma ile baş edebildiler.

Yine de bulgular küresel arenadaki tükenmeye yüz tutmuş kaynaklar gibi gelecekteki bir adaptasyon sürecinin de daha farklı ve muhtemelen daha güç olacağını gösteriyor. Önceden göçe ve kaynakları aktarmaya uygun olan seçenekler günümüzde insanoğlunun biyosferi kullanma yoğunluğuna bağlı olarak giderek azalıyor.

Her akademik makale de olduğu gibi bu makalede de gerekli uyarı ve daha fazla araştırma yapılması gerektiğine dair ibarelere yer verilmiş. BioScience yazı işleri müdürü Timothy M. Beardsley’in de editoryasında belirttiği gibi:

Yazarların vardığı sonuçlar, ellerindeki verilerin coğrafi olarak bir araya getirilmesi nedeniyle sınırlıdır. BioScience ileriki bir sayıda yazarların değerlendirmeleri hakkında açıklamalara yer verecektir. Buna rağmen makalenin; insanlığın refahı, tarım, teknoloji ve ekosistem işlevlerini etkileyen zamansal boşluklar konusundaki araştırmalar için güçlendirici bir yeri vardır.

Karar verildi: Bu kesinlikle daha incelikli ve detaylı araştırma ve tartışmaya ihtiyaç duyulacak bir konu.


Kaynak:
http://www.guardian.co.uk/environment/blog/2010/sep/02/environmentalist-paradox-wellbeing-resource-depletion



6 Ekim 2010 Çarşamba

10/10/10'da GDO'suz Pikniğe Çağrı

2010 dünyada sıcaklığın rekor seviyelere ulaştığı, sel, kuraklık gibi doğal afetlerin hayatımızı tehdit ettiği bir yıl. Hepimizin artık harekete geçme zamanı geldi. İklim krizine yeter demek ve sesimizi duyurmak için Amerikali cevreci ve akademisyen tarafından baslatilan, 350.org öncülüğünde 10/10/10'da 184 ulkede 6000'i aşkın etkinlik düzenleniyor. Kimi çatısına güneş paneli koyuyor, kimi yürüyüş düzenliyor, kimi ağaç dikiyor, kimisi de rüzgar enerjisi projesi başlatıyor. Slow Food/ Fikir Sahibi Damaklar da 10/10/10'da iklim degisikliginden en cok etkilenen alanlardan biri olan tarıma işaret ederek, GDO’suz bir piknik organize ediyor. Endüstriyel tarım yerine organik ve sürdürülebilir tarımı savunmak , dev şirketler yerine küçük çiftçiyi desteklemek , tek bitki tarımı yerine tarımsal biyoçeşitliliği desteklemek ve ne yiyeceğimize kendimiz karar vermek için GDO'suz bir buluşma/piknik yapmak üzere sözleştik. Pazar günü İstanbul’da Maçka Parkı’nda 10:00-12:00 saatleri arası düzenlenecek pikniğe herkes davetli.

NEDEN “350” VE NE ISTIYORUZ?


Bilim insanları ve iklim uzmanları, artık atmosferdeki karbondioksit miktarının güvenli üst sınırının milyonda 350 parçacık olması gerektiğini söylüyor.Atmosferdeki mevcut karbondioksit miktarı ise milyonda 392 parçacık ve her yıl yaklaşık 2 ppm artıyor. Bu oran güvenli sınırın çok üzerinde!!! Hatta bilim insanları, 392 ppm’in gezegen tarihinin en yüksek değeri olduğunu söylüyorlar. Şu an uçurumun kenarında bulunuyoruz, atmosferdeki karbondioksit miktarı hızlı bir şekilde milyonda 350 parçacığa inmezse bu yıl içinde iklim değişikliğinden kaynaklanan felaketler, önümüzdeki yıllardadaha da artarak devam edecekler.(http://www.350.org/)

28 Eylül 2010 Salı

WWF Türkiye 3. Köprüye itiraz dilekçesini verdi


WWF-Türkiye 3. Köprü İtiraz Gerekçeleri


1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı (ÇDP)’ında 3. Köprü Projesi’nin yapımına imkan tanımak amacıyla yapılan plan notları değişikliği ve 3. Köprü Projesi’nin halihazır haritalara işlendiği bir ulaşım planı niteliği taşıyan 1/25.000 Ölçekli Kuzey Marmara Otoyolu (İstanbul 3. çevre yolu ve bağlantı yolları dahil) planı, 1 Eylül 2010’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde askıya çıkarılarak bu konudaki gündemi yeniden hareketlendirmiş ve 1 Ekim Cuma günü sona erecek olan itiraz sürecini başlatmıştır.


İnsanların doğa ile uyum içinde yaşadığı bir gelecek kurmak için çalışan ve ülkemizin önde gelen doğa koruma kuruluşlarından biri olan WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisince 17.06.2010 tarihinde onaylanarak 01.09.2010 tarihinde askıya çıkarılan 1/25.000 Ölçekli Kuzey Marmara Otoyolu (İstanbul 3. çevre yolu ve bağlantı yolları dahil) planına aşağıdaki nedenlerle itiraz etmektedir.


WWF-Türkiye, itiraz dilekçisini ilgili kuruma yönlendirmiştir. Siz de itiraz dilekçelerinizi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı Şehir Planlama Müdürlüğüne hitaben gönderebilirsiniz.

İstanbul’un elde kalan son doğal alanlarının tam ortasından geçen 3. Köprü ve bağlantı yolları, iki kıtayı birbirine bağlayan noktada yer alan uluslararası öneme sahip orman ekosistemlerinin, nadir fundalıklar ve diğer habitatların bütünlüğünü parçalayacak ve milyonlarca yaşlı ağaç başta olmak üzere diğer bitki ve canlı türünün ve genetik kaynaklarımızın kaybına yol açacaktır. Doğal yaşam ortamlarının, yapılacak yol ağıyla daha küçük parçalara bölünmesi, insanı doğadan ve sağlıklı yaşamdan daha da uzaklaştıracak, doğal afetleri arttıracaktır. Oysa ülkemiz, başta Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi olmak üzere birçok uluslararası sözleşme ile tüm insanlık ve gelecek kuşaklar adına biyolojik çeşitliliğimizi korumayı taahhüt etmiştir.
Köprü ve bağlantı yolları için yapılacak kamulaştırma işlemi sonucunda hattın geçeceği bölgede 680 ha doğal sit alanı, 931 ha tarım alanı ve 2,5 milyondan fazla ağaç barındıran 1453 ha’lık orman alanı tamamen yok olacaktır. Elde kalan tarım alanları da yapılaşma ile hızla yitirilecek; gıda güvenliğimiz olumsuz etkilenecektir. İstanbul ormanlarının adım adım yok olması, yüzlerce yıldır tutulmuş olan karbonun serbest kalmasına ve karbon emisyonlarının artmasına yol açarak iklim değişikliğinin tetiklenmesine neden olacaktır. “Sıfır Ormansızlaşma”nın hedeflendiği bir dünyada sürdürülebilir ulaşım alternatifleri yerine, köprü ve bağlantı yollarının, elde kalan ormanlarımızın yok olmasını hızlandıracak şekilde konumlandırılması ulusal iklim stratejisiyle de çelişmektedir.
İçme suyu havzalarından geçecek olan Otoyol, küresel iklim değişikliği ve kuraklıktan giderek daha fazla etkilenecek olan İstanbulluların temiz su temini imkanlarını tehdit etmektedir. İçme suyu havzalarının otoyollar ve kentleşmenin kirletici etkisiyle kullanılamaz hale gelmesi, temiz suyu içme teminini daha da zorlaştıracak, yakın ve uzak akarsuların İstanbul’a taşınması projelerinin çevresel maliyetleri ise daha büyük olacaktır.
2. köprü örneğinde yaşandığı gibi yasa dışı yapılaşma tehditi ile karşılaşıcak; orman niteliğini kaybettiği gerekçesiyle bu alanların orman sınırları dışına çıkarılması yönünde baskılar artacaktır. 2B alanları, özel ormanlar ve tarım alanları bu süreçten ilk etkilenecek olan yerlerin başında gelmektedir. Örneğin, Anadolu Yakası’nda TEM Otoyolu’nun geçtiği bölgede, orman niteliğini yitirdiği gerekçesiyle 11.856 hektar alan orman sınırları dışına çıkarılmıştır. 3. köprü ve bağlantı yolları güzergahı da kentsel gelişmeyi aynı şekilde olumsuz etkileyecek; mutlak surette korunması gereken alanların plansız yapılaşma işgaline uğraması kaçınılmaz olacaktır. Nitekim, emlak sektöründe bu beklentinin yarattığı hareketlenme şimdiden yaşanmaktadır.

Planların kademeli birlikteliği ilkesi doğrultusunda üst ölçekli plan kararlarına uygun olarak hazırlanması gereken bu plan ölçeği itibariyle hala yürürlükte olan 1980 tarihli 1/50.000 ölçekli İstanbul Nazım İmar Planına aykırıdır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...