1 Temmuz 2011 Cuma

Ekolojik direnişten Su Perisi’ne mektuplar


Kışladağı’ını oydular

İçine siyanür doldurdular

Halkı halka kırdırdılar

Uyan insanoğlu uyan

Muammer Sakaryalı’nın, Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan “Kışladağ’dan mektup var” ( Su Perisi’ne Mektuplar) adlı kitabı Uşak Kışladağ’da siyanürle altın işleme madenciliğine karşı verilen yaşam mücadelesini anlatıyor. Sakaryalı, İnay Köyü Vicdan Hareketi adına otuzdört mektup yazmış. İnay’ın antik zamanlardaki adı Nais ya da İnais’miş ve Nais/İnais Helence’de “Su Perisi” anlamına geliyormuş. Aslında mektupların içeriği tanıdık. Kitabı okurken her sayfada aklınıza Bergama siyanürlü altına direniş, Kütahya’daki süyanür havuzları , Bolkar Dağları’nda, Çal Dağı’nda, Kaz Dağı’nda, Artvin Cerattepe’de altın madenlerine karşı gelenlerin başından geçenleri hatırlıyorsunuz. Hikaye 1990’ların ortasında altıncı şirketin Kışladağ’a gelmesiyle başlıyor. Bakanlar Kurulu kararıyla yapılan kamulaştırmadan sonra şirketin köy topraklarında su yolu inşaatına girişilmesiyle protestolar başlar. Danıştay, Kışladağ altın madenini kapatan yürütmeyi durdurmaya karar verir, maden Çevre Bakanlığı talimatıyla açılır. İşletmede 7 yıl boyunca 70 bin ton siyanür kullanılacak ve “Siyanür liçi yöntemiyle açık ocakta altın cevherinden ayrıştırılacaktır. Maden işletmesi sonrası 400 metre derinlikte 1000 metre çapında zehirli bir atık havuzu bırakılacaktır. Yer altı suyuna karışacak olan siyanür, arsenik, antimon, kurşun vb ağır metalleri harekete geçirecek ve yer altı suları zehirleyecektir.

27 Haziran 2006 günü Eşme’de yüzlerce insan hastanelere başvurur. Doktorlar kimyasal zehirlenme teşhisi koyarlar. “27-28 Haziran’da bölgeye yoğun yağmur yağmış ve rüzgarın yönü altın madeninden Eşme’ye doğrudur. Muhtemelen siyanürlü sıvının ph dengesi 10.5-11 arasında tutulamamıştı ve siyanür liç alanından atmosfere çok fazla hidrojen siyanür karışmış ve rüzgar yö

nü doğrultusunda yayılmıştır.”(s:60) Tabip Odası devreye girer ve gönüllü kişilerden kan örnekleri alınmaya başlar ama bu girişim durdurulur ve kanlara el konulur. Yetkilililer de yurttaşlardan kan, saç veya tırnak örneği alıp siyanür analizi yaptırmazlar.”Bakanlar, valiler, Uşak milletvekilleri konuşmadı, konuşturulmadı, sustular, sustular. Hala susuyorlar! ( s: 65) 15 gün sonra da tesisin resmi açılış törenini dönemin Enerji Bakanı yapar. 30 Temmuz 2007’de altın madeninde her zamankinden farklı bir patlama gerçekleşir ve ertesinde 300’e yakın koyun telef olur. Koyunlar üzerinde siyanür toksikasyonu araştırması yapılmamıştır. Olayın üzeri örtülür. Tüm bu olup bitene karşı direnen köylüler, çevreciler ve biliminsanlarının desteğiyle Vicdan Hareketi’ni oluştururlar. “Kelimenin gerçek anlamında ‘sivil denetim’ görevi yapan; sahtekarlığın evrenselleştiği bir dünyada kendi bulunduğu yerden gerçeklerin açığa çıkartılmasını sağlamaya çalışan ve onları dile getiren; Kışladağ altın madeninin tahribatına karşı havayı, suyu, toprağı, tüm canlı yaşamını savunan; “sürdürülebilir kalkınma”yı değil sürdürülebilir yaşamı savunan; yaşamı savunanlarla dayanışan ve bu düşüncelerle bir araya gelen köylülerin hareketidir (s:230). Elbette köylülerin örgütlenmesi hoş karşılanmaz. Hemen “terörist”, “vatan haini” ilan edilir, Alman vakıfları için çalıştıkları iddia edilir. Eylemlerde gözaltına alınırlar, şiddet görürler, haklarında dava açılır. Maden işletmesindeki sarı sendikanın saldırısına uğrarlar, ordu komutanları madeni ziyaret edip destek verir, şirketin baskısına, yerel basının sansürüne maruz kalırlar. İnay Köyü’nün 12 Eylül rejimi tarafından en çok eziyet edilen köylerden bir olmasından hareketle madene karşı mücadele sırasında köylülerin toplumsal hafızasına göndermler yapılmış ve direnenler 12 Eylül öncesini geri getirmekle suçlanırlar. Çevreye sahi çıkmanın ülkemizdeki bedeli budur. Birçok çevre mücadelesi gibi Kışladağ’daki mücadele de sona ermez. Sayıca küçük bir grubun toplumun geniş kesimlerinden gördüğü destekle, davalarla, protestolarla, sivil itaatsizlik eylemleriyle sürüp gider

. Aslında insanlığa büyük miras bırakırlar. Çevre hareketinin deneyimlerinin yazıya dökülmesi, doğaya sahip çıkanların ortak bir kollektif hafızasını oluşturulması açısından çok önemli. Kalkınmacı ideolojinin devasa dişlilerini durdurmaya çalışmanın ve sürdürülebilir bir toplum yaratmanın dinamikleri bu tür mücadelelerde gizli. Hukuksuzluğun, örgütlenmenin, doğa tahribatının, doğaya sahip çıkmanın hikayesini anlatan Kışladağ’dan Su Perisi’ne yazılmış mektuplar, yaşama sahip çıkmaya çalışanları, mücadelelerini ortaklaştırmaya davet ediyor.

Kışladağ'dan Mektup Var

(Su Perisine Mektuplar)

Muammer Sakaryalı

Yeni İnsan Yayınları / Ekoloji Dizisi


26 Haziran 2011 Pazar

İstanbul'da sürdürülebilir balıkçılık

İstanbul'da 500 yıldır aynı yöntemle balıkçılık yapıldığını biliyor muydunuz? Endüstriyel balıkçılığın dünya balık stokları için en büyük tehdit haline geldiği günümüzde atadan dededen kalma geleneksel avcılık yöntemlerinin hala uygulanıyor olduğunu görmek ve sürdürülebilir balıkçılığa örnek verildiğini bilmek sevindirici. Bölgesel Çevre Merkezi - REC Türkiye, Venedik Uluslararası Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi ve Agroinnova–Turin Üniversitesi ortaklığında; İtalyan Çevre, Arazi ve Deniz Bakanlığı mali desteği ile gerçekleştirilen Karadeniz Bölgesi için Sürdürülebilir Kalkınma Seminer Dizisi çerçevesinde gerçekleştirilen eğitimde öğrendim dalyan balıkçılığın. Sol tarafta minyatür bir modelini görebileceğiniz dalyanlar antik çağdan bu yana kullanılıyor. TDK sözlüğüne göre dalyan: Deniz, göl ve ırmakların kıyılarına yakın yerlerde ağ ve kazıklarla oluşturulan büyük avlanma yeri. Dalyanda Nisan-Temmuz aylarında avlanılıyor. Meşe ağaçlarından yapılan direkler denize döşeniyor ve ağlar geriliyor. Dalyan direğinde bir nöbetçi oluyor, balık sürülerinin ağa girdiğini gördüğünde arkadaşlarına haber vererek dalyanın ağzı kapatılıyor ve balıklar ağlar çekilerek tekneye alınıyor. Dalyanlar,deniz dibinin eğimine göre 10 ile 35 metre derinliğe kuruluyor.Geleneğe göre elde edilen gelirin %60'ı işletmeciye kalırken %40 ise dalyanda çalışanlarca payl aşılıyor. İstanbul'da 1960lı yıllarda 50'ye yakın dalyan kurulurken bugün bu sayı üçe düşmüş. Yine o yıllarda orkinos, torik avlanırken günümüzde genelde kefal, gümüş, istavrit, çaça avlanıyor ve Kumkapı'daki balık haline gönderiliyor.
Rumelifeneri'ndeki dalyan 500 yıldır aynı yere kuruluyor. Yıllık 6-7 ton balık avlanılan dalyan balıkçılığına yönelik en büyük tehdit kirlilik. Diğer yandan kuzeyden güneye ve güneyden kuzeye göç sırasında İstanbul Boğazı'ndan geçen balıkların yakalandığı dalyanlar, av yasağında balıkların yumurtlama döneminde kurulduğu için balıkların üremesini de engelleyebiliyor. Yapılması gerekenlerin başında geleneksel yöntemlerde dahil olmak üzere sürdürülebilir balıkçılığın örneklerinin incelenmesi ve teşvik edilmesi geliyor. Organik tarımdaki uygulamaya benzer bir şekilde sürdürülebilir balıkçılık ürünlerinin sertifikalanması ve üreticiye de ek bir gelir sağlanarak aşırı balık tüketiminin ve israfın değil adil ve sürdürülebilir balıkçılığın önünün açılması düşünülebilir. Son dönemde Greenpeace ve Slow Food Fikir Sahibi Damak'ların kampanyaları sayesinde kamuoyu, balıkların geleceği ile daha yakından ilgilenmeye başladı. Hatta bu farkındalık sayesinde balık avlanma boylarının tartışıldığı Su İstişare Kurulu'nda sivil toplum kuruluşları ve tüketiciler de masaya oturabildiler. Evdeki yemek masasından, halden, tekneden, dalyandan, internetten hepimizin yapabileceği çok şey var. Yeter ki üşenmeyelim.





.

21 Haziran 2011 Salı

Slow Food Devrimi Türkçe'de


SLOW FOOD DEVRİMİ
Yeni Bir Yaşam ve Yemek Kültürü
Yazar:
Carlo Petrini & Gigi Padovani
Çeviren:Çağrı Ekiz
Karton kapak, Munken kağıt, iplik dikiş, 13x18 cm, 326 sayfa
Slow Food hareketinin sembolü “salyangoz“dur. Hayat içinde sürekli yiyerek yavaş, temkinli ama kararlılıkla ilerleyen salyangoz, cüssesinden beklenmeyecek mesafeler aşar ve geçtiği
yerlerde izini bırakır. Tıpkı simgesi salyangoz gibi, Slow Food hareketi de yola çıktığından beri inanılmaz mesafeler kat etmiş,
1986’da İtalya’da küçük bir grupken, bugün 132 ülkede yaklaşık
100 bin üyesiyle dünyanın en etkili gastronomi hareketine
dönüşmüştür. Slow Food Devrimi’nde “temiz, adil, sağlıklı gıda” prensibiyle endüstriyel gıdalara ve beslenme biçimlerine karşı
mücadele veren ve unutulmaya yüz tutan yeme içme geleneklerinin, tarım yöntemlerinin ve biyoçeşitliliğin korunması
için çalışan bu hareketin heyecan verici macerasını okuyacaksınız.

Vandana Shiva ve Defne Koryürek'in önsözleriyle



Sinek Sekiz Yayınevi

Sürdürülebilir Yaşam Kitapları


10 Haziran 2011 Cuma

Ekolojik Şehircilik: Yerel Yönetim Politikaları, Tasarım Yaklaşımları

Hollanda Mimarlik Enstitüsü (The Netherlands Architecture Institute (NAI) Gezici Çalıştaylar Programı /Debates on Tour Program
13 Haziran 2011 / SALT Beyoğlu. Istanbul.

Hollanda Mimarlik Enstitusu (NAI), Uluslararası Rotterdam Mimarlık Bienali – Making City (2012), SALT, Istanbul Bilgi Universitesi ve Urban 4 işbirliği ile İstanbul’ da 13 Haziran tarihinde ikinci Gezici Çalıştaylar (Debates On Tour) programını organize etmektedir. Programın amacı ekolojik şehircilik anlayışı üzerinden ilerleyen farklı tasarım, uygulama ve yerel yönetim yaklaşımlarının Hollanda – Ranstad ve İstanbul üzerinden örneklendirildiği bir tartışma platformu yaratmaktır. Bu amaçla her iki bölgede konu üzerine çalışmalar yapmış uzmanlar bir araya getirilecektir. Etkinliğe çeşitli uzmanlık alanlarından katılımcılar ve öğrenciler davetlidir.
Küratörler: Asu Aksoy (IABR), Chris Luth (NAI), Ceren Sezer (Urban4)

Ekolojik Şehircilik: Yerel Yönetim Politikaları, Tasarım Yaklaşımları
Bu çalıştay büyüme ve gelişme rotasına girmiş kentlerin çevrelerinde yer alan tarım alanları üzerinde büyük baskı oluşturarak tarım ekonomisi ve arazi yapısını hızlı bir dönüşüm sürecine zorladığı olgusundan yola çıkmaktadır. Bu tür verimli araziler genelde su havzaları ve ormanlık alanlara bitişiktir ve tarım arazilerinde meydana gelen değişim tüm ekolojik sistemi olumsuz yönde etkilemektedir. Planlama ve yönlendirme kurum ve mekanizmalarının hızla gelişen kentleşme sürecini denetleyemediği durumlarda kent-dışı çevre üzerindeki baskılar daha da büyüktür. Kentsel büyüme kontrolsüz bir yayılma şeklinde ilerlediğinde bu süreç emisyonların etkisini arttırır ve ekolojik denge büyük bir bedel öder. Bildiğimiz gibi kentlerin ekolojik etkisi geniş kapsamlı bir başlık olan kentsel emisyonlar başlığı altında incelenmektedir. Karbon dönüşümüne etki eden iki ana kategori bulunmaktadır: aerosol emisyonları, sera gazı emisyonları ve katı atıklar; toprak kullanımına dair değişiklikler. BM Habitat’a göre ‘kentleşme toprağın kullanımını değiştiren bir süreçtir. Geçirimsiz yüzeyler yaratarak, sulak alanları doldurarak ve ekosistemi parçalayarak karbon dönüşümünde orantısız etkiye neden olmaktadır’. Kentler geliştikçe CO2 emisyonlarını emme potansiyeline sahip arazileri gasp ederek kentin ekolojik dengesini ayakta tutan tarım arazileri, su havzalarıve ormanlar üzerinde baskı oluşturmaktadır. Bu çalıştayda mega kentsel büyüme koşulları altında ekolojik sürdürülebilirliği sağlama konusunu ele alacağız. Bilindiği gibi dünya nüfusunun çoğunluğu artık kentlerde yaşamaya başlamıştır ve kentsel yaşam formları İstanbul gibi mega kentler şeklini alabileceği gibi, Randstad örneğinde olduğu gibi bir çok kentinbirbirine yaklaşarak bir kentsel bölge rejimleri oluşturduğu yoğunlaşmalar olabilecektir. Cevap arayacağımız soru yenilikçi tasarım ve yönetişim stratejileri ve pratikleri sayesinde kentlerin ekolojik olarak kabul edilebilir büyüme sağlayarak emisyonların azaltılmasına katkı sağlayıp sağlayamayacağı olacak. Bu konuları İstanbul ve Randstad örnekleriyle ele alacağız.

PROGRAM
13:30 - 13:45 / Hollanda Mimarlık Enstitüsü’nün Açılış Konuşması
Küratörler: Chris Luth (NAI), Asu Aksoy (IABR, İstanbul Bilgi Üniversitesi) ve Ceren Sezer (Urban4, TU Delft)
13:45 - 14:10 / Konuşmacı: Özdemir Sönmez (Planlama Koordinatörü, Istanbul Metropolitan Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi)
Konu: İstanbul’un Büyümesi ve Ekolojik Dengeleri
14:10 – 14:35 / Konuşmacı: Uğur İnan (Şehir Planlama Müdürü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi)
Konu: Büyüyen İstanbul’da Ekolojik Problematik ve Planlama Yaklaşımları
14:35 - 15:00 / Konuşmacı: Arjen van der Burg
(Şehir Plancısı, Hollanda Çevre Bakanlığı Kıdemli Strateji Uzmanı)
Konu: Hollanda’nın Yeşil Kalbi (The Green Heart) ve Ekolojik Mesele
15:00 – 15:30 / Tartışma - Değerlendirme – moderatör Zeynep Enlil
(Öğretim Üyesi, Yıldız Teknik Üniversitesi / Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü)
15:30 - 15:45 / Kahve Arası
15:45 – 16:10 / Konuşmacı: Cem Çelik (Mimar, Şehir Plancısı, Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi)
Konu: Kentsel Tarım ve Ekolojik Sürdürülebilirlik: Arnavutköy
16:10 – 16:35 / Konuşmacı: Dirk Sijmons
(Peyzaj Mimarı / H+S+N Peyzaj Mimarlık Ofisi, TU Delft Peyzaj Mimarlığı Bölümü hocası)
Konu: Ekolojik kentleşme için tasarım stratejileri: Hollanda’dan örnekler
16:35 – 17:05 / Tartışma - Değerlendirme II – Moderatör Gülnur Kadayıfçı (Şehir Plancısı Yüksek Mimar, Arnavutköy Belediyesi Projeler Dairesi Müdürü)
17:05 – 17:20 / Kahve Arası
17:20 – 17:45 / Konuşmacı: Bart Pijnenburg (Tarım/Kent ilişkisi uzmanı, Mensenland)
Konu: Kentsel tarım için stratejiler, yaklaşımlar, oluşumlar: Hollanda’dan örnekler
17:45 – 18:10 / Konuşmacı: - Barış Gençer Baykan
(Bahçeşehir Üniversitesi / Ekonomik ve Toplumsal Araştırma Merkezi)
Konu: İstanbul’da Kentsel Tarım için Değerlendirme
18:10 - 19:00 / Tartışma - Değerlendirme III - moderatör: Ömer Madra
(Yapımcı, Açık Radyo)
19:00 - 20:30 / Belgesel Gösterimi: Requiem for Detroit - Program sonu

6 Haziran 2011 Pazartesi

Çevre yoksa oy da yok!

Türkiye’de gündemdeki en önemli konu nedir sorusunun cevabı kuşkusuz pek çokları için üç hafta sonra yapılacak seçim. Bir yandan seçim tahminleri, partilerin politikaları veadaylar konuşulurken, diğer yandan seçmenler baraja takılmadan kaygıları temsil edilebilir mi edilemez mi hesapları yapıyor. Yaklaşan seçim hararetle tartışıladursun, bu tartışmalarda en dikkat çekici noktalardan biri çevre konusunda sağır edici bir sessizlik olması. Oysa birkaç ay önce çevre meseleleri gündeme epey bir gümbürtüyle ve ‘acil’ statüsüyle girmişti. Fukuşima’daki nükleer kazanın üzerinden sadece iki ay geçti. Nükleer sızıntının çocuklar dahil bütün insanları, toprağı, okyanusu ve doğmamış nesilleri çok uzun süre ortadan kaldırılamayan bir kirliliğe maruz bıraktığı aşikar da, Akkuyu ve Sinop’a yapılması AKP hükümeti tarafından hevesle planlanan nükleer santrallerin riskiyle bizim nasıl yaşayacağımız belirsiz. Tüm Anadolu’da yapılan ve yapılmakta olan hidroelektrik santrallerin ekolojik dengeyi bozmaktan yerel geçim kaynaklarını yok etmeye, su rejimlerine müdahaleden insansızlaştırmaya varan ciddi boyutlarda sorunlara yol açtığını anlatmak için yollara düşen insanların ‘Büyük Anadolu Yürüyüşü’ hâlâ sürüyor. Daha birkaç gün önce Kütahya’da gümüş madeninde baraj çökmesi sonucu yeraltı sularına siyanür karıştı.
Siyasal bir tercih olarak çevre
Bütün bunlara rağmen çevre siyasetçilerin gündeminde değil. Ancak seçmen için bunu gözardı etmenin yaşamsal sonuçları var. Enerji, ulaşım, şehirleşme gibi konularda siyasetçil
er politika yaparken insan hayatından ve doğada yaratılan tahribattan hiç dem vurmuyorlar. Bunun son örneği Başbakan’ın açıkladığı ‘çılgın’ Kanal İstanbul projesi. Seçim öncesinde oy kaygısıyla açıklanan projenin, asıl tartışılması gereken yönü, gerçekleşmesi halinde yaratacağı ekolojik tahribat açısından nasıl bir çılgınlık olacağı. Bu tartışmaların yapılmaması, seçmenlerin çevreyle ilgili kaygılarının siyasi tercihlerini etkilememesi ve bu kaygıların siyaseten temsil
edilmemesi anlamına geliyor. Bunun değişmesi elzem. Çünkü ancak o zaman siyasetçiler daha ekolojik bir anlayışla politika yapmak durumunda kalacaktır. Bu ekolojik anlayış, en temelde insanlığın kaderinin doğanın kaderiyle birebir örtüştüğünün ve insanın parçası olduğu ekosistemin tahribatının, insan yaşamını da dolaysız ve geri dönülmez biçimde etkilediğinin fark edilmesini gerektiriyor.Tabii seçmenlerin çevreyle ilgili kaygıları olmadığı için siyasal tercih
lerini bu yönde yapmadıkları öne sürülebilir. Bu alanda yok denecek kadar az sayıda araştırma ve kamuoyu anketi yapıldığı için, Türkiye toplumunun çevreyle ilgili hangi kaygıları olduğu bilinmez, toplumun zaten çevreyi bir değer olarak görmediği yaygın bir kabuldür. Oysa çok y
eni açıklanan araştırma sonuçları kabullerimizi sorgulamamızı gerektiriyor. A&G’nin Greenpeace için Nisan ayında yaptığı araştırma Türkiye’nin nükleer santral istemediğini somut bir şekilde ortaya koydu (www.greenpeace.org). Nükleer enerji santralleri konusunda bugün bir referanduma gidilmesi durumunda halkın yüzde 64’ü nükleer santral kurulmasına “hayır” diyor. Enerji ihtiyacımızı karşılamak için riske girmeyip temiz kaynaklara yönelmemiz gerektiği görüşünde olanların oranı ise yüzde 84,2. Peki partilerin tabanları nükleere nasıl bakıyor? AKP’ye oy vereceklerin yüzde 41.5’i, CHP’ye oy vereceklerin yüzde 86.2’si, MHP’lilerin yüzde 77.6’sı, BDP’lilerin ise yüzde 73’ü nükleer santral istemiyor. Nitekim bu anketin yayınlandığı tarihten sonra siyasi partiler nükleer konusunu seçim gündemine sokmamak adına daha temkinli adımlar atmaya başladılar.
Ekolojik yıkım
Türkiye’nin yürüttüğü tepeden, modernleşmeci politikaların yerelde ne tür ekolojik yıkımlara neden olduğunu artık görmek zorundayız. Ülkedeki çevre sorunlarının bir haritasını çıkarsak herhalde çok az boş yer kalır. Özellikle enerji ve maden politikaları, doğa ile çatışmanın en şiddetli tezahür ettiği alan. Planlanan 1700 HES’in ve 47 termik santralin, Sinop’ta ve Akkuyu’da yapılacak nükleer santrallerin, onlarca bölgede yapılan kimyasal madenciliğin yaşamı ne derece sürdürülemez kılacağı; iklim, tarım, sağlık, göç gibi konularda ne sonuçlar doğuracağını biliyor muyuz? Ekonominin büyümesi için nelerden vazgeçmeye hazırız?

Ekolojik anayasa
İnsan ile insan arasındaki çatışmayı düzenlemeyi öngören anayasaların, günümüzün ağır ekolojik krizleri ışığında insan-doğa ilişkisini tanımlayan ve doğanın haklarını tanıyan bir şekilde yeniden yapılandırılması gündeme geliyor. Bazı hukuk otoriteleri doğanın hak talebinde bulunamayacağı düşüncesinden hareketle doğanın bir hak öznesi olamayacağını savunsa da birçok ülkede insan merkezli değil, ekoloji merkezli Anayasa yapma girişimleri sürdürülüyor. Türkiye’de de Ekolojik Anayasa Girişimi iklim değişikliği, çevre kirliliği ve doğanın önlenemeyen tahribine karşı hangi anayasal önlemler alınabilir, doğayla uyumlu bir varoluş nasıl sağlanabilir, böyle bir varoluş için vatandaşların doğaya karşı yükümlülükleri ne olmalıdır, sadece bugün yaşamakta olanların değil, gelecek kuşakların da yeryüzünün bütünlüğü ve sürekliliği içinde var olma hakkı nasıl korunabilir sorularına yanıtlar üretmek için çalışmalarına devam ediyor (www.ekolojikanayasa.org).

Dolayısıyla ekolojik bir anlayış benimsemek, seçime kadar olan süreyi kapsayan sadece kısa vadeli bir siyasal gündem için değil, uzun vadede çevreyle barışık bir toplum yaratmak için gerekli. İşe 12 Haziran seçimlerinde suyumuza, havamıza, toprağımıza, gıdamıza yönelik tehditlere çözüm üretecek milletvekillerini Meclis’e göndermekle başlayabiliriz.

Barış Gençer Baykan, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi
Hande Paker, Bahçeşehir Üniversitesi siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

1 Haziran 2011 Çarşamba

Annelerden Organik Sohbetler


‘Çocuklar için iyi olan, çevre için de iyidir’ fikrinden yola çıkarak, anneleri sağlıklı ve çevreyle dost seçimler konusunda bilgilendirmek amacıyla düzenlenen Annelerden Organik Sohbetler, 4 Haziran 2011 Cumartesi saat 11:30’da Forum İstanbul’da gerçekleştirilecek.

Pembe Candaner’in moderatörlüğünde gerçekleşecek olan oturumda Klinilk’ten Dr. Pınar Dayanıklı, Haber Türk’ten Damla Çeliktaban, Fikir Sahibi Damaklar’dan Defne Koryürek, Blogcuanne.com yazarı Elif Doğan, yesilist.com’dan Ergem Şenyuva ve Kapbula Organik Şeyler’den Tuba Tuna Yalçuva oturuma katılacak olan annelerle bilgi ve deneyimlerini paylaşacak.

Her ne kadar ataerkil bir aile yapısına sahip olsak da ülkemizde ev ekonomisi denince akla ilk anneler gelir. Çünkü evde neye ihtiyaç var ya da yok, en iyisini anneler bilir. Marketten ne alınacak, hangisi kaliteli, hangisi ucuz... Yani aslında tüketimde en çok söz sahibi olan annelerdir. Peki ama anneler marketten aldıklarını ne kadar yakından tanıyor, organik gıdalar ve katkı maddeleri hakkında neler biliyor?

Gerçekten de yediklerimiz ve kullandıklarımız hakkında işlevleri dışında çok az bilgimiz olduğu bir gerçek. İşte tam da bu konuyla ilgili, dopdolu bir buluşma 4 Haziran Cumartesi günü Forum İstanbul’da gerçekleşiyor. Saat 11.30’da başlayacak olan Annelerden Organik Sohbetler, anne ve anne adaylarının, kendileri ve aileleri için daha sağlıklı, organik ve doğayla dost tüketici seçimleri yapmaları konusunda bilinçlendirmeyi hedefliyor.

Yeşilist, Blogcuanne.com ve Kapbula Organik Şeyler işbirliği ve Forum İstanbul’un desteğiyle düzenlenen Annelerden Organik Sohbetler’de gıdadan giyime, deterjandan ev eşyasına kadar annelerin evi ve ailesi için yaptığı tüketim tercihleri masaya yatırılacak. Tüketilen ürünlerde bulunan kimyasallar, ürün içerikleri, katkı maddeleri, organik ve sağlıklı beslenme gibi konular tüm ayrıntılarıyla tartışılacak, annelerin sorularına yanıt aranacak. Buluşmanın ardından katılımcılar ekolojik ve organik hediyelerle uğurlanacak.

Bilgi İçin; Nuray Büyükbaş
Team İletişim ve Danışmanlık

30 Mayıs 2011 Pazartesi

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Critical Mass 28 Mayıs Cumartesi


05/09 Critical Mass Istanbul from Chat Noir on Vimeo.


Critical Mass Türkçe'de kritik çoğunluk anlamına gelen ve bisikletle (veya motorsuz her türlü taşıma aracı ile paten, kaykay vs.) yapılan bir etkinlik. Dünyada 300'den fazla şehirde gerçekleşiyor. Türkiye’de de İstabul’da her ayın son Cumartesi günü saat 17’de Göztepe Parkı’nda, İzmir’de Konak Meydanı’nda buluşularak yaya, bisiklet hakları ve çağdaş bir kent için pedak çevriliyor.
Gelecek buluşma 28 Mayıs 2011 Cumartesi günü.
Daha fazla bilgi için:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Critical_Mass

24 Mayıs 2011 Salı

Dünya Çevre Ligi'nde Türkiye Nerede?

Çevre sorunlarını ulusal sınırlar içinde ele almanın yetersizliği ve çevre politikaları geliştirmenin uluslararası düzeyde işbirliği gerektirmesi, ülkelerin çevresel sürdürülebilirliklerinin sistematik biçimde ölçülmesi ve değerlendirilmesi ihtiyacını doğurdu. Veriye dayalı ve ampirik yaklaşımlar öncelikle çevre sorunlarının tespiti, eğilimlerin değerlendirilmesi, çevre politikalarındaki başarıların ve başarısızlıkların belirlenmesi ve iyi uygulamaların öne çıkarılmasını kolaylaştırıyor.

Yale Üniversitesi Çevre Hukuku ve Politikası Merkezi ve Columbia Üniversitesi Yerbilimi Bilgi Merkezi’nin hazırladığı Çevresel Performans Endeksi’nde Türkiye 2010’da 163 ülke arasında 60.4 puanla 77. sırada yer alıyor. Endeks’te ele alınan iki amaçtan Çevre Sağlığı’nda 74,45 puan ile iyi bir performans gösterirken Ekosistem Canlılığı’nda ise skoru 46,3’e düşüyor. Aradaki fark insan merkezli bir anlayışın ekosistem merkezli bir anlayışın önünde olduğunu gösteriyor ve dünyada insan merkezli bir çevre anlayışından ekosistem merkezli bir çevre anlayışına nasıl geçileceği tartışılırken Türkiye’de ekosistem üzerindeki baskılar giderek artıyor.

Bahçeşehir Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (Betam) Araştırma Görevlisi Barış Gençer Baykan'ın hazırladığı araştırma notunun tamamına aşağıdaki adresten erişebilirsiniz

http://betam.bahcesehir.edu.tr/tr/2011/05/dunya-cevre-liginde-turkiye-nerede/


16 Mayıs 2011 Pazartesi

Büyük Anadolu Yürüyüşü 21 Mayıs'ta Ankara'da

Hasankeyf’ten yola çıktık. 35 gündür yollardayız.
Gittiğimiz yerlerde yağmanın en büyüğünü gördük. Yüzü patlatılan dağlar, önü kesilen nehirler, siyanüre gömülen köyler ve daha nicesi.
Bugün Anadolu’da yaşanan düpedüz bir soykırımdır. Doğanın soykırımı. Ona yapılan bu haksızlığın bedelini çok ağır ödeyeceğiz. Asla unutmayacağım. Kemaliye’den yola çıkmıştık. Tırmandığımız rampada yol inşaatı vardı. Yol ve maden için öylesine parçalanmıştı ki, o dağ artık bir dağ değildi. Dev bir hafriyat yığınıydı. Dalları henüz yeşermiş meşe ağaçları yerle bir edilmişti. Bir an başımı çevirdiğimde dağın yüzünün kanadığını gördüm.
Biz yürüdükçe sanal dünyadaki yağma da büyüdü. Aynı yürüyüş boyunca sermayenin çocukları da olduk, bölücü de, cemaatçi de, ajan da. Sanki süpermarket rafında ambalajlı bir ürünmüş gibi tüketiliyorduk. Belli ki yürüdükçe, biz de Anadolu’ya benzeyecektik. Öyle de oldu. Yol boyunca nice gönül bahçesi yerle bir oldu. Ayaklarımızın altı kanadı, yüzlerimiz kavruldu. İçimizdeki dereler işgal edildi.

Anadolu’dan elimize kalan manzara işte bu. En mahrem köşeleri acımasızca yağmalanan bir viran bağ. Varsın yıksınlar! Anadolu insanı sabırlıdır, yeniden yapmasını iyi bilir. Şimdi Ankara’ya varmak üzereyiz. Her engele rağmen yürüdük. Çünkü üzerimizde Anadolu’nun hakkı var. Onun hala özgür akan binlerce deresi var. Kapısı her yolcuya açık, güler yüzlü, fedakar insanları var. Dağlarında koşan keçileri, her bahar açan yaban çiçekleri var. 35 gün boyunca hepsiyle koyun koyuna uyuduk, birlikte güldük ağladık, dev bir kervan olduk. Şimdi üzerimizde hepsinin hakkını, yükünü taşıyarak geliyoruz. Biliyoruz ki, artık hiçbir şey bu yürüyüş öncesinde olduğu gibi olmayacak. Arkamızda oluşan kervanlar, her gün yeni bir filiz verecek. Tüm Anadolu'yu kaplayacak. Bizden kalan izler, bir bir silinirken...

Büyük Anadolu Yürüyüşü ile tarihin bir köşesine not düştük. Sabahgüneşi gibi deli dolu, gün batımı kadar kırılgan çocuklardık.Bedenlerimizden büyük kalplerimizle, tüm Anadolu'ya kucak açtık.Dilden, dinden, ırktan ve siyasatten doğan tüm farkların önündesaygıyla eğildik. Kimliklerimizden kurtulup da kuşlara, derelerekarıştığımız günlerde, bir görseniz nasıl da şendik. Yollar tek şahidimiz.
Başlangıcın sonunda, 21 Mayıs Cumartesi sabahı Gölbaşı'ndan Ankara'ya yürüyerek saat 11.00'de, Kurtuluş Parkı'nda buluşacağız. Her kimin içinde bir zerre saygı uyandırabildiysek, o sabah onlarla omuz omuza adım atmayı diliyoruz. Çıkınlarımızda biriken Anadolu yükünü, herkesle paylaşacağuz. Yeniliğe doğru yürümek için. Ola ki gelemezseniz, gönülden bir selam gönderin. Yok o da olmuyorsa, yine başımız üstüne. Alınterimiz, Anadolu'nun kurduna, kuşuna ve tüm insanlarına helal olsun. Anadolu sağolsun.

Bir Anadolu Yolcusu

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...